PERFORMANS SANATININ BÜYÜKANNESİ

 


    



PERFORMANS SANATININ BÜYÜKANNESİ

“Tiyatroda bir rolü prova eder ve oynarsın. Tiyatroda kan ketçaptır ve bıçak gerçek bir bıçak değildir. Performansta her şey gerçektir. Bıçak, gerçek bıçak ve kan kandır.”
Marina Abromovic

    Hayatını performans sanatına, özellikle de beden sanatına adamış, sanat uğruna çoğu zaman kendisine zarar vermiş, hatta ölümle burun buruna gelmiş bir isimden, Marina Abramovic'den söz edeceğiz. İyi bir sosyal medya kullancısıysanız, Maria'ya ve özellikle de "Rhythm1" adlı performansına "sanat dedikoduları" bölümünde mutlaka denk gelmişsinizdir.  Maria ve sevgilisi Ulay'ın, Çin Seddi'ni ters yönlerden üç ay boyunca yürümeleri, ortada buluştukları an ayrılık kararları almaları ve ilişkilerini dahi bir performans sanatı olarak sonlandırmalarıyla, sadece Twitter'da dahi eminim yılda bir-iki kere karşılaşıyorsunuzdur. -Hala denk gelmemiş şanslı isimler için ne mutlu!- Tüm bunları açarak, çoğumuz için klişe bir konuyu orijinal hale getirmeye çalışacağız. Ama öncelikle, yıllarca bir alternatif olarak kalmış olan "Performans sanatı nedir?" sorusuna bir cevap arayalım.

    Performans sanatının kendine özgü yapısı nedeni ile, açıklama ve örnekleme bölümlerinin yerlerinin değiştirilmesi ile konunun daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyim. Konuya birkaç performans sanatı örneğine değinerek başlayalım: 

    1-Yoko Ono-Cut Piece: Sanatçı önüne konulmuş bir makas ile sahnede oturur. İzleyiciler, sahneye gelip her seferinde bir parça olmak üzere sanatçının baştan aşağı siyah kıyafetinden parçalar keserek yanlarında götürebilmektedir. Sanatçı, bu süreçte hareketsizdir. Ono'nun bu eseri ile toplumun her kesiminde yaşanan cinsel saldırı suçuna dikkat çekmek istediği düşünülmektedir. (Gösterinin tamamı için: YouTube- Yoko Ono "Cut Piece" Performance Art )


    2- John Cage-Dört Otuz Üç: Dört Otuz Üç, John Cage tarafından 1952 yılında bestelenmiş, üç bölümden oluşan bir müzik yapıtıdır. Eserde, müzisyenlerin üç bölüm boyunca enstrümanlarını hiç çalmamaları gerektiği belirtilmektedir. Yapıt, genellikle dört dakika otuz üç saniyelik sessizlik olarak algılansa da, aslında bu süre boyunca dinleyicisinin kendi sesinden ve çevreden aldığı seslerden oluşmaktadır. Bu eser, Cage'in herhangi bir sesin müzik meydana getirebileceği düşüncesine dayanmıştır. Bu düşüncesinde, o zamanlar üzerinde çalışmakta olduğu Zen Budizmi'nin etkisi olduğu söylenmektedir. (Zen okulunun en önemli tezi Buddha'nın öğretisinin sözle anlatılmayacağıdır. Efsaneye göre Buddha, bir gün elinde bir çiçekle onun vaazını bekleyen öğrencilerinin önünde konuşmadan oturur. Öğrencileri arasından sadece Kaspaya Buddha'nın mesajını anlar ve gülümser. Böylelikle zen, Kaspaya'ya aktarılır.) 

   3-Yves Klein-Mavi Dönemin Antropometreleri: 1958 yılında yapılan bu gösteri, yüz izleyici ve bir orkestra ile gerçekleşir. Tam olarak yirmi dakika sürer ve gösteri bitiminde de yirmi dakikalık bir sessizlik oluşur. Yves Klein, siyah bir takımın içindedir ve salona üç çıplak model gelir. Daha sonra modeller kendilerini mavi renk boyayla kaplarlar. Ve daha önceden yerleştirilmiş kağıtların üzerine bedenlerini basarlar. (Yves Klein, neredeyse sadece mavi pigmenti ile çalışan ve bu özelliği ile kitleleri etkileyen bir ressamdır. Örneğin Avustralya'da "Yves Klein Mavisi" adlı bir müzik grubu bulunmaktadır.) Yves Klein bu eserini "Efsane hayatın içinde." diyerek yorumlar. (Gösteri için: Video: Yves Klein-Anthropometries of the Blue Period and Fire Paintings )
    
       Sadece bu üç örnek bile, neden performans sanatının benimsenmesinin hiç de kolay olmadığını, neden çoğu zaman bu sanatın anlaşılmaz ve anlamsız olarak suçlandığını açıklar nitelikte değil mi?

      Peki tüm bunlar ne anlama geliyor, nereden çıktı ve nereye gidiyor? 



      Performans sanatının soyut dışavurumculuk(soyut ekspresyonizm) akımından türediği biliniyor. Kural tanımaz bir tavır üstlenen bu akım, İkinci Dünya Savaşı'nın son yıllarında New York'da ortaya çıkıyor. -Bu nedenle bu akıma dahil olan sanatçılar New York Okulu sanatçıları olarak anılıyor.- Bu akım, ilk Amerikan sanat akımı olarak kabul ediliyor ve sanat dünyasının merkezinin Paris'ten New York'a kaymasına neden oluyor.   
    Alışagelmiş tekniklere uyulma zorunluluğu olmadan, biçimsel kaygı gözetilmeden, formların sadece içten gelerek, dramatik ve lirik şekilde tuvalde biçimlendirildiği bu akımda merkeze, tıpkı performans sanatlarında olduğu gibi spontane bir kurgu anlayışı oturuyor. Soyut dışavurumcu sanatçılar, genellikle büyük boyutlu tuvallere damlatma, fırlatma, kazıma gibi farklı teknikler kullanarak eserlerini üretiyorlar. (Değinmeden edemeyeceğim: 1999 yılında İngiliz gazeteci ve tarihçi Frances Stonor Saunders, "Parayı Verdi Düdüğü Çaldı: CIA ve Kültürel Soğuk Savaş" adlı bir kitap yayınlıyor. Kitapta Saunders soyut dışavurumculuğun soğuk savaş silahı olarak ortaya çıktığını söylüyor. 1995'te Independent gazetesine yazdığı bir makalede düşüncelerinin özetini anlatarak CIA'in bu akımı yirmi yıl boyunca dünyada gizlice desteklediğini belirtiyor...O zamandan beri bu teori kanıtlanamamakla birlikte varlığını sürdürüyor.)

Soyut dışavurumculuk iki grup olarak inceleniyor:

        
1- Mark Rothko'dan tanıyacağımız renk alanı resmi 

    
                        
2-Jackson Pollock'tan tanıyacağımız aksiyon resmi

    
      Bizi ilgilendiren tam da bu kısım. Jackson Pollock, yirminci yüzyılın en önemli sanatçılarından kabul ediliyor. Pollock, fırçada alışagelmiş kullanımı bir kenara bırakarak, yere serdiği devasa boyutlardaki tuvallerin üzerinde hareket ederek, yukarıda belirttiğimiz gibi boyaları dökme, damlatma, fırlatma suretiyle aksiyon resmi adı verilen resimler yapıyor. Kum, kırık cam, çivi, vida, sigara külleri, denk gelirse bir arı ölüsü de istemeden resimde yer alıyor. Pollock resimlerinin bir özelliği de dinamik bir kurguya sahip olmaları. Örneğin resmin tam ortasındaki çapraz iki ana hareket, seyredenin bakışlarını sağ ve sol olmak üzere her iyi yöne yönlendiriyor. Pollock'un hayatın içinden ve spontane tarzı, performans sanatı gibi birçok çağdaş akımın temelini hazırlıyor. ("Pullock" adlı filmde ünlü ressamın hayatı anlatılıyor. Bu film ile Ed Harris en iyi erkek oyuncu dalında 2000 yılı akademi ödülü adaylığı kazanmış.)

       Gelelim asıl meseleye...
                    
      Temelini aksiyon resmine oturtan performans sanatı, 1960'lı yıllarda ortaya çıkıyor. Sanatı burjuva hastalıklarından kurtarmak, ölü sanattan arınmak ve sanatla devrimci bir akım başlatmak felsefesi ile başlayan ve sürdürülen hareket, o yılların en radikal hareketi olarak biliniyor. Performans sanatının en önemli özelliği, seyirci önünde canlı olarak icra edilmesi ve tekrarı olmaması. Anlayacağınız ürünün alınması, satılması, taşınması mümkün değil. Yani eser, seyircinin zihnine yerleşiyor ve sadece orada varlığını sürdürüyor. Performans sanatı, herhangi bir metne bağlı kalınmaması ve sanatçının sahneye ihtiyaç duymaması -her yerde icra edilebilmesi- özellikleri ile tiyatrodan ayrılıyor. Bu sanat, gerçekleşebilmek ve var olabilmek için sadece izleyicinin bilinçli ya da bilinçsiz aktif katılımına ihtiyaç duyuyor. 

    "Sanat performansı, sanat yapıtının hiçbir özel beceri gerektirmeden, özel işlev ve ifade yüklenmeden seyirci tarafından tamamlanması anlamına geliyor." -Germaner

    Performans sanatlarında sanatçı, dikkat çekmek istediği her türlü olay ya da konuyu ele alıyor, istediği her materyali kullanabiliyor, kuralları yok sayıyor. Bu sanat, sanatçısına sonsuz özgürlük sunuyor. 

    Performans sanatçıları, sanat yapıtını tamamlanmış bir çalışma değil, sürekli ilerleyen ve gelişen bir süreç olarak görüyorlar. Sanatçılar, eyleme katılmalarını istedikleri izleyicilerin belleklerinde derin izler bırakan deneyimler yaşatmayı hedefliyorlar.Bu nedenle, satılacak piyasa eserleri yapmayı reddediyorlar. Anlayacağınız, özellikle ilk etaplarda, performans sanatçısı olmak, fakir olmak anlamına geliyor...

   İşte Marina Abramovic, kırk yılını adadığı bu sanatın büyükannesi olarak kabul ediliyor. Bir performans sanatçısı olarak, kendini kırbaçlıyor, buz kütleleri üzerinde vücudunu donduruyor, psikoaktif ürünler ve hafıza kaybına uğramasına yol açan kas kontrol ürünleri alıyor, alev alan bir perdenin altında boğularak ölme tehlikesi dahi geçiriyor...Anlayacağınız, onunki, hem gerçek hem de mecaz anlamıyla "sanata adanmış" bir yaşam. 

    "Tehlikenin tanımını zorlayan ve kurcalayan sanat benim ilgimi çekiyor. Ve dahası, izleyenin gözlemi burada ve şimdi olmalı. Dikkatini tehlikede toplamak, şimdiki zamanın, şu anın merkezine kurulmaktır."

    Abramovic, 1946 yılı Yugoslavya doğumlu. Sanatçı, kendi ailesini "Kırmızı Burjuva" olarak tanımlıyor. Aile üyeleri, İkinci Dünya Savaşı sırasında Yugoslav partizanlarından olmakla birlikte "ulusal kahraman" ünvanı alacak kadar siyasetin içindeler. Marina, sert, otoriter, baskıcı bir anne ve aşırı dindar ve komünist olan aile üyeleri tarafından neredeye bir askeri düzen ve disiplin içerisinde büyütülüyor. Maddi olanakları yüksek bir aileden geldiği için, küçük yaşlardan itibaren piyano, Fransızca ve İngilizde dersleri alıyor. 1965-1970 yılları arasında Belgrad Güzel Sanatlar Akademisi'nde eğitim görüyor.( Sonrasında Novi Sad Güzel Sanatlar Akademisinde, 1990-1995 yılları arasında ise Paris Güzel Sanatlar Akademisi ve Berlin Üniversitesi sanat bölümünde dersler veriyor. Anlayacağınız kendisi aynı zamanda bir akademisyen.)

    İlk performansı, Rhythm10'i 1973 yılında Edinburg'da gerçekleştiriyor. 

       


        
    Bıçakları hızlı bir şekilde parmaklarının arasından geçiriyor ve doğal olarak elini kesiyor. Elini kestikçe elindeki bıçağı değiştiriyor. Performansın derecesini sürekli olarak arttırıyor ve sanatçı bedeninin dayanma noktasını ölçüyor. Marina'nın bu performans ile geçmiş ve gelecek arasındaki bağlantıyı anlatmak istediği söyleniyor.

    Balkan Baroque

       1997 yılında Venedik Bineali'nde gerçekleştirdiği performans, döneminde oldukça güçlü bir etki yaratıyor. Isının gittikçe arttığı bodrum katında dört gün boyunca hayvan kemiklerinin üzerinde oturarak onları yıkıyor. Bir yandan da çocukluğunda öğrenmiş olduğu halk şarkılarını söyleyerek ağlıyor. Sanatçının bu eserle yaşam-ölüm, sadizm-mazoşizm ve izlenme-izleme ikilemlerini yarattığı söyleniyor. 
      
    "Sarsıntı yaratmakla ilgilenmedim hiç. Benim asıl ilgilendiğim şey, insan bedeninin ve aklının fiziksel ve zihinsel sınırlarını deneyimlemekti. Bu deneyimi halkla birlikte yaşamak istedim. Bunu tek başıma asla yapamazdım. Halkın bana bakmasına ihtiyacım var, çünkü halk bir enerji diyaloğu yaratır.  Ölüm ve acı korkusunu yenmek ve bedenimizin bize yaşattığı kısıtlamalardan kurtulabilmek için fiziksel zorlanma gerekliydi.”

     Imponderabilia

    

    Marina ve sevgilisi Ulay, müze kapısı eşiğinde çıplak bir konumda karşıklı durarak gerçekleştirdikleri bu performans için galeri ve sanat merkezlerini kullanıyorlar. Müzeye giren ziyaretçiler, bu eşikten geçmek zorundalar. Performansın açıklaması ise, Marina ve Ulay'ın tanışmalarının, birbirlerinin hayatında oluşturduğu bir eşik olup olmadığı sorusunun gösterimi.

      Great Wall

     Marina ve Ulay'ın en büyük hayalleri Çin Seddi'nde bir performans sergilemek. Sekiz yıl süren izin alma çabaları sonunda başarıya ulaşıyor. Fakat, Marina, Ulay'ın bu performans için izin almak için sekiz yıl boyunca gidip geldiği Çin'de, ona yardım eden tercümanla kendisini aldattığını öğreniyor. Çift yine de, Çin Seddi yürüyüşünü ruhani bir yolculuğa dönüştürmek istiyorlar. Çin Seddi'nin farklı noktalarından birbirlerine doğru üç ay boyunca iki bin kilometre yürüyorlar. Ortada buluştuklarında Ulay, Marina'yı aldattığı kişinin hamile olduğunu söylüyor. Çift ayrılıyor, Ulay da hamile sevgilisi ile evleniyor. 

    The Artist is Present
    
    Marina'nın, eskiden karşılıklı sandalyelerde sevgilisi Ulay ile birlikte günlerce hareketsiz oturarak yemek dahi yemediği performansını tek başına sergilediği The Artist is Present çalışmasında, sanatçının karşısında seyirciler oturuyor. Hayatı boyunca aile sevgisini tadamamış ve bu yarayı tüm eserlerine aktaran Marina'nın sevgilisi, bu sefer seyirciler oluyor. Marina, izleyicinin kendisi için önemini bu şekilde aktarıyor.  
    O sandalyeye, yirmi bir yıldır görüşmediği Ulay da oturuyor, ancak ikilinin tam o anda spontane olarak karşılaştıkları asılsız bir dedikodu. Marina, bu performansı için Ulay'ı özel olarak davet ediyor. İkili öncesinde Marina'nın evinde görüşüyor. Hatta Marina, gösterisini sergilediği Modern Sanatlar Müzesi'ne, Ulay ile birlikte beş sene yaşadığı karavanı dahi koyduruyor.

    

    
     Belgeselimiz de tam olarak bu konu ile ilgili. Performans sanatı, Marina'nın sanat hayatı, Marina ve Ulay'ın ilginç ve sanat dolu ilişkisi ve The Artist is Present performansı...Sanatçının sanatını icra etmek uğruna feda ettiklerini ve edebileceklerini fazlası ile yansıtan bir belgesel. Sanata biraz dahi ilgi duyan herkesin zevk alacağı bir yapım.

   Sanat Atak'ta karşılaştığım, performans sanatı ve Marina'ya yöneltilen, katılıp katılmadığıma emin olamadığım ancak dikkate değer eleştiri ile bitirmek istiyorum:"Performans sanatının bugünkü konumunu değerlendirirken göz önünde bulundurmamız gereken önemli bir etken de sanat piyasası. Bugün çağdaş sanat dinamiklerinin belirleyici faktörlerinden kapitalist ekonominin, sanat algısının değişmesinde önemli bir rolü var. Peki, performans sanatı bu denklemin neresinde yer alıyor? Doyumsuzluk kelimesini sık sık kullandığımız bugünlerde artık sanat eserlerine sahip olmak sanat izleyicisini ve koleksiyonerleri yeterince tatmin etmiyor. Artık ayrıcalıklı hissetmenin yolu, az kişinin katılabildiği eşsiz deneyimler yaşamaktan geçiyor. Müzayedede yüksek fiyatlı eserlere pey sürmek yetmiyor, kapalı bir etkinliğe davetli olmak, bir performansı ilk kez izleyecek olmak, sanatçının kendisinin vereceği bir sergi turuna katılmak gibi bir takım deneyimlerle resmi tamamlamak gerekiyor. Bu çerçevede değerlendirildiğinde performansın da piyasaya hizmet eden bir yanı olabileceğini ve 60’ların performanslarından bu anlamda da farklılaştığını açıkça görüyoruz. Sanatçıyı tanrılaştıran bu tutum, Abramovic’in MoMA’daki son çalışmasına The Artist is Present (Sanatçı Aramızda) gibi hiç de mütevazı olmayan bir başlık koyabilmiş olmasını ve bu durumu kimsenin yadırgamayışını da açıklıyor." ( http://www.sanatatak.com/view/60lar-ruhundan-2000ler-piyasasina-performans-sanati)


BİLGESEL PUANI: 9.1/10

KAYNAKLAR: 

Yorumlar

  1. Sanat bir gün insanın kendisi olmadıkça sanat olamaz. İnsanı anlamayan ve koleksiyonuna koyduğu antik bir heykelde gördüğü orijini bir nokta; insanı ise sonsuz bir sanat kombinasyonu, bir mucize olarak görmeyi öğrenemeyen seyirci -yani yine insan- sanata baktığını fark etmedikçe gerçek sanatı icra etmek mümkün değil. İnsan sanat yapmıyor; sanatçılaşmak bizi insan yapıyor.

    Performans sanatları ilgimi çekmese de bu yazı bana, sanatın ne olduğunu hatırlattı.

    Afişi ya da fragmanı bana bu belgeseli izletmeye yetmezdi.
    Teşekkür ederim sevgili Bilge...

    YanıtlaSil
  2. Sanat bir gün insanın kendisi olmadıkça sanat olamaz. İnsanı anlamayan ve koleksiyonuna koyduğu antik bir heykelde gördüğü orijini bir nokta; insanı ise sonsuz bir sanat kombinasyonu, bir mucize olarak görmeyi öğrenemeyen seyirci -yani yine insan- sanata baktığını fark etmedikçe gerçek sanatı icra etmek mümkün değil. İnsan sanat yapmıyor; sanatçılaşmak bizi insan yapıyor.

    Performans sanatları ilgimi çekmese de bu yazı bana, sanatın ne olduğunu hatırlattı.

    Afişi ya da fragmanı bana bu belgeseli izletmeye yetmezdi.
    Teşekkür ederim sevgili Bilge...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

GEÇTİĞİMİZ AYIN EN BÜYÜK KAYBI: KÖTÜ ŞÖHRETLİ RBG

SOĞUK BİR DÜŞÜNCE OLARAK ÖLÜMSÜZLÜK İHTİMALİMİZ

BİR BANKSY FİLMİ: EXIT THROUGH THE GIFT SHOP